Yeni İmparator olduğunda, II. Justinianos ve halkın isyan ettiği vergi memurlarını ve saray bürokrasisinin başında olan Theodorus ve Stephen’i yakaladılar. Elleri kolları bağlı olarak Mese Caddesi boyunca sürüklendiler. Forum Bovis’e geldiklerinde vergi memurlarını, bakır bronz karışımı, içi boş bir boğa heykelinin içine koyup yaktılar.
Böyle bir konuyla dönüşü hiçbirimiz tahmin edemezdik ama maalesef birazdan bahsedeceğimiz kötü günlerin kapısı tekrar açıldı. Tekrar kapanacak, tekrar açılacak. Tekrar ağlanacak, tekrar gülünecek. Tekrar kuruyacak ve tekrar yeşerecek. İlk kayıtlı depremden önce illa başka depremler oldu bu coğrafyada ama aradan geçen bin altı yüz küsür senede geldiğimiz nokta hiç iç açıcı değil.
Aristo ve Seneka depremlerin yeraltındaki büyük boşluklarda oluşan hava hareketlerinden meydana geldiği görüşünü savunmaktaydı. Aristo, denize yakın yerlerin depreme daha elverişli olduğunu ekleyerek, en şiddetli depremlerin deniz akıntısının güçlü, toprağın geçirgen olduğu bölgelerde yaşandığını gözlemlemiştir. Bu sebeple deniz tanrısı Poseidon aynı zamanda deprem tanrısıdır.
Bizanslılar depremlerin nedenlerini çeşitli yollarla açıklayıp, yorumlamaya çalışmışlardır. Bazıları depremlerin oluş nedenlerini dinsel açıklamalarla bazıları bilimsel ve doğa teorileri ile açıklamaya çalışmışlardır. Kimi görüşlerde yeraltı mağaralarında püskürmeler olduğunu ileri sürerken kimileri hava ve su gibi dış güçlerin depremi tetiklediği fikrini öne sürdü. Dördüncü yüzyılda yaşayan Antakya doğumlu tarihçi Ammianus Marcellinus’un depremin nedenini araştıran ilk kişi olduğunu düşünürsek büyük ihtimalle bu tarihe kadar depremler yukarıda saydığımız görüşler ile açıklanmaktaydı. Ammianus’a göre depremlerden bir pagan tanrısı sorumluydu. Aristo’nun teorisini reddetmiş ve hangi tanrının depremlere neden olduğunu bilemediğinden isim vermemiştir.
Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Konstantinopolis patriği Photios (858-867/878-886 (iki kere patriklik görevinde bulunmuştur)), depremlerin yeryüzündeki suların çokluğundan dolayı olduğunu iddia etmiştir.
Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın etki alanındaki başkent için eldeki verilere göre ilk etkili deprem 24 Ağustos 358 yılında Nicomedia (İzmit) merkezli depremdir. Bundan önce şehre pek hasar vermeyen 342 yılındaki depremi göz önünde bulundurmazsak 358 depremini bir başlangıç sayabiliriz.
337 yılında tahta geçen 2. Constantinus (337-361) Hristiyanlık konuları ile yakından ilgileniyordu. 358 yılında Nicomedia’da bir konsül toplamak istiyordu ki planlanan günden önce 24 Ağustos depremi gerçekleşince her şey değişti. Şehir denize inen bir yamaç üzerine kurulu olduğundan yamaç boyunca yapılan evler bir çağlayan gibi yıkılarak birbirinin üstüne kapanmıştır. Zamanın Bizans tarhiçisi Ammiannus Marcellinus, güneş doğduğunda evlerin üst üste yıkıldığını ve insanların ezilerek öldüklerini anlatır. Vali Aristainetos dahil olmak üzere, yarı aryan piskopos Cecropius ve filozof Arsacius bu depremde hayatını kaybeder. Aryancılık muhalifleri bu depremi tanrının bu depremi, piskopos dahil tüm sapkınları cezalandırmak için uyarısı olarak kabul ettiler. 358 depremi Konstantinopolis’e de büyük zarar verir. Şehir I. Justinianus tarafından inşaa ettirilerek imparatorluk şehri seviyesine yükselebildi.
558 yılındaki büyük Konstantinopolis depremine kadar aynı fay hattında irili ufaklı 402, 406, 407, 412, 417, 423 yılları depremleri kaydedilir. Bunlardan 406 yılındaki depremle ilgili olarak İmparator Arkadius’un eşi Eudokia’nın korkudan çocuğunu düşürdüğü kayıtlara geçerken, 1 Nisan 407 yılındaki depremde Theodosius Forumu’nun yıkıldığı ve ölülerin Hebdomon kıyılarına vurduğu bildiriliyor. 25 Eylül 437 depremi şehri terk edenler olduğu kayıtlara geçerken sur dışına çıkan halk piskopos ile birlikte günlerini dua ederek geçirirler.İmparator Teodosius can kayıpları için yas kıyafetiyle gezer.
447 yılındaki kara surlarını etkileyen depremden sonra 450, 478, 487, 525, 533 yıllarında hafif şiddetli depremler devam eder. 25 Eylül 478 yılındaki depremde Theodosius Forumu bir kez daha yıkılır. İmparator Theodosius’un heykeli yıkılır. Surların bir bölümü ve bazı kiliseler zarar görür. V. Yüzyıl depremleri 26 Eylül 487 yılı depremiyle son bulur.
525 yılı Ekim ayında olan deprem anıtlar, heykeller ve bazı kiliselere zarar verir. 533 yılındaki deprem pek şiddetli değildir ama 6 Ağustos 542 yılında gerçekleşen depremde çok sayıda bina yıkılır ve enkaz altında insanlar hayatını kaybederken, Konstantin Sütunu’nun üzerinde bulunan Apollon Heykeli’nin elindeki mızrak yere düşer ve Altın Kapı’nın (Porta Aurea) yanındaki sur duvarları yıkılır. Theophanes kroniğinde çok sayıda insan öldüğünden bahseder.
6 Eylül 543’e gelindiğinde ise Konstantinopolis bir deprem daha görür. 1. Justinianus’un at üstündeki heykeli yıkılır. 545, 547 (548?) ve 551 yıllarında küçük depremler olur.
553 yılındaki depremde Ayasofya’nın kubbesini taşıyan doğu kemeri zarar görür.
15 Ağustos 554 yılında gerçekleşen depremin ise Akdeniz’in doğusuna kadar etkilediği ve pek çok kentin yıkıldığı kayıtlara geçer.
557 yılının Nisan ve Ekim aylarındaki depremler çok hasar yaratmaz ancak aynı yılın 14 Aralık günü gece yarısı gerçekleşen depremin öncüsü olabilirler. Şehir halkı uykuda yakalandığı için can kaybı büyük olurken Ayasofya’da nasibini alır ve ana kubbenin bir kısmı yıkılırken şehirdeki yapıların durumu pek parlak değildir. İoannis Malalas, Theophanes ve Agathias bu depremi kaydederler. Agathias’ın kroniklerine göre evlerinden kaçanlar evleri sağlam kalsa bile bir süre kiliselere sığındılar ve geri dönmediler. Açık alanlarda kalan insanlar kış şartlarında zorluklar çektiler. Bu depremde ölen tek senatör Anatolios’tu. Yatak odasının duvarları yontulmuş mermer paneller ile kaplıydı ve depremde üzerine düşen bu mermerler neticesinde uykusunda ölmüştü. Birçok Bizanslı bu depremin sebebini yozlaşmış senatör Anatolios’un yaşam tarzının sebebi olduğuna yorumladı. Deprem ile birlikte şehir yas tutma sürecine girer. çok ender görünen bir şekilde tüm insanlar birbirine değer verip yardım etmeye başlarlar. Agathias, 557 depremi sonrasında zenginlerin sadakaya yöneldiğini, tanrının varlığından şüphe duyanların tekrar dua etmeye başladıklarını ve hatta en gaddar insanların bile tarının gazabından korktukları için erdemli bir hayata döndüklerini ancak çok geçmeden eski yollarına geri döndüklerini yazar. Bu deprem I. Justinianus’un imparatorluğu döneminde gördüğü son felaketti. Geçirilen birçok felakete rağmen ayakta kalıp halkına güçlü bir lider imajı çizmeyi başardı. Ayasofya’nın kubbesini yeniden inşa ettirdi.
Bir yıl sonra 7 Mayıs 558 ve 583 yılı depremleriyle altıncı yüzyıl kapanır. Bazı kaynaklarda yedi yüzyıla ait deprem kaydına rastlanmazken bazı kaynaklarda 611 yılına ait bir deprem olsa da o yüzyıl Konstantinopolis şehrinin deprem yönünden sorunsuz geçtiği gözükmektedir. 558 depremi ile ilgili Theophanes kroniğinde “19 Ekim 558 Cuma günü gün doğmak üzereyken deprem oldu” şeklinde geçmektedir. Kronikte 14 Aralık 558’de bir deprem daha olduğu, hem Constantin hem Theodosius tarafından inşa edilen surların zarar gördüğü, depremin korkunç etkisinden zarar görmeyen yoktu, Stratinikos ve Kallenikos Kiliselerinin (Rhegion – Küçükçekmece) yıkıldığını, Ioukoundianai Sarayı’nın (Hebdomon – Bakırköy) önündeki porfir sütunun çöktüğü ve yere 8 metre gömüldüğü, bazı insanların enkazlardan üç gün sonra kurtarıldığını” yazmaktadır.
583 depremi ile ilgili olarak yedinci yüzyılda yaşayan tarihçi Theophylaktos Simokattes, Aristo’nun deprem teorisine atıfta bulunarak “Eğer Aristo’nun anlattıklarını kabul edilebilir olarak gören varsa onun aklından dolayı kutlayalım ama değilse bu doktrini babasına iade edelim” demiştir.
715, 732 depremlerinden sonra 26 ekim 740 yılındaki depremin merkezi İzmit’tir. Konstantinopolis’te Aya İrini Kilisesi kısmen yıkılırken İzmit tekrar büyük bir yıkım yaşar. Theophanes kroniğinde depremin sabah 8’de büyük bir gürültüyle gerçekleştiğini birçok kilise ve manastırın yıkıldığını ve çok sayıda insan öldüğünü, Xerolophos kolonu üzerinde Arkadiıs anıtının ve Altın Kapı üzerindeki Byükü Theodosius heykelinin devrildiğini, Trakya, Nicomedia (İzmit), Prainetos (Karamürsel) ve Nikea (İznik) şehir duvarlarının, kasaba ve köylerin yıkıldığından bahseder.
Bu depremi 790 ve 796 depremleri takip eder. Theophanes kroniğinde 796 depreminin 4 Mayıs günü büyük bir gürültüyle olduğundan bahseder.
815, 824, 840, 854 ve 860 yılları depreminden sonra 862 depremi gerçeklir. Kayıtlarda 862 depreminde Altın Kapı’daki Zafer Heykeli’nin yıkıldığı notu düşülüyor. Enderde olsa bazen depremlerin yardım için gönderildiğine dair inanışlarda vardı: 5 Mayıs 824 tarihinde Tekirdağ yakınlarında meydana gelen depremin, İmparator II. Mihael’e şehri zapteden işgalcilere yardım amacıyla gönderildiği düşünülüyordu.
861 ve 866 yıllarındaki depremlerden sonra 9 Ocak 869 meydana gelir. Deprem bir Pazar günü meydana gelir ve artçı şoklarıyla birlikte 40 gün sürdüğü bilinmektedir. Depremin olduğu gün Aziz Polyeuctus Bayramı’dır. Ayasofya hasar görür ve Havariyyun (Havariler) Kilisesi kısmen yıkılır.
Onuncu yüzyıla gelindiğinde 915, 945, 948, 967 yıllarındaki depremleri yüksek şiddetli 989 depremi izler. İzmit merkezli bu depremin İtalya’da hissedildiğinden bahsedilir ve Konstantinopolis büyük zarar görür. Ayasofya’nın batı kubbesi çöker. Onarımı 16 yıl sürer. Şehirde binlerce evin yıkıldığı bildirilir. Onuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşayan tarihçi Leo Deacon, 967 depremi ile ilgili olarak Tanrı’nın toprağı şiddetli bir şekilde sarstığını, matematikçilerin depremi açıklarken yanlış ve gereksiz Yunan teorilerini savunduklarını, depremin sadece Tanrı isteğiyle olduğunu belirtmiştir.
On birinci yüzyıla geldiğimizde 1010 depreminde Havariyyun Kilisesi’nin kubbesi çöker. Peşinden 1033, 1036, 1037, 1038 ve 1041 depremleri gelir.
23 Eylül 1063 tarihli büyük depremde tarihçi Attaleiates’e göre Konstantinopolis’te çok az sayıda ev yıkılmaktan kurtulmuştur. 1063 depremi imparator X. Konstantin Dukas dönemine rastlar. Depremi dönemin tarihçi ve filozofu Michael Psellos kaydeder. Psellos depremlerin ilahi gazapla ilgisi olmadığına inanıyordu. Depremlerin ilahi güçler haricinde yerkabuğundaki hareketlerin sonucu olduğunu söylüyordu. Psellos’a göre bu bir cezalandırma değil dünyanın değişen düzenine karşı bir uyarı olup Tanrı kızgınlığını göstermektedir. Biz dünyanın düzenini bozarsak Tanrı’da bizim düzenimizi bozacağını göstermekte olduğunu belirtmiştir. Psellos, Aristo’nun teorisinin geçerli olduğunu ancak yeraltındaki rüzgarları estirenin Tanrı olduğunu eklemiştir.
Attaleiates’in El Yazısı
1 Mart (Şubat)1202 depremi ve 1231 depremi yine şehir için yıkıcı olmuştur. 1202 depreminde III Aleksios’un saraydaki odası büyük zarar görür. Kendisi ile damadı yaralanırken ailesinden birçok kişinin enkaz altında kaldığı tarihe geçer.
1204-1261 arası Latin İşgali sırasında 1231 tarihine dair bir kayıt bulunmakta.1 Haziran 1296 tarihindeki deprem ise yine çok sayıda ev ve kiliseyi yıkmıştır. Depremin artçıları 17 Temmuz’a kadar sürerken Manisa ve İzmir’e uzanan hatta 64 kale, kilise ve birçok bina yıkılmıştı.
Bizanslı kronik ve tarihçiler bazen depremleri gelecek olan başka tehlikelerin habercisi olarak yorumlamışlardır. Tarihçi Pachymeres 1296 depremini şehre yapılacak bir Venedik saldırısının habercisi olarak görür.
1315, 1323 hafif depremlerinden sonra, 12 Şubat 1332 tarihindeki depremden sonra 1343 yılında 18 Ekim’de eş zamanlı iki deprem Konstantinopolis’i vurur. Oluşan tsunaminin etkisiyle deniz surları ve şehrin büyük binaları ağır hasar görür. Ayasofya’nın ana kubbesinde çatlaklar oluşur. Kısa bir zaman sonra Tekirdağ ve Gelibolu merkezli deprem surlarda yer yer çöküntülere neden oldu. Son depremler artık yavaş yavaş Anadolu’ya yerleşen Türkler için fırsat doğurmaya başlamıştı. Nikephoras Gregoras 1332 depremini anlatırken meydana gelen güneş ve ay tutulmaları ile yıldırımları Tanrı’nın İmparator II. Andronikos Paleologos’un (1282-1328) ölümünün habercisi olarak görmüştür. Yine Nikephoras 1344 depreminde baş melek Mihail ve Paleologos hanedanına mensup imparatorun heykelinin düşmesini, hanedanlığın sonunun geldiğine dair bir işaret olarak yorumlamıştır.
Mart 1419 depremini İmrozlu Kritobulos tarafından “tuhaf ve alışılmamış yer sarsıntılarını tanrısal bir işaret olarak” yorumlamıştır. Deprem Bursa ve İzmit’te büyük hasara sebep olurken İzmit’te tsunami görülmüş ve Selanik’ten Tokat’a kadar bir etki alanı yaratmıştır. 1419 depremi Gemlik Fayı üzerinde olmuştur.
Şehir Bizans yönetimindeyken yaşanan son deprem 1437 yılında kayıtlara geçmiştir.
Bizanslılar tarihleri boyunca depremleri farklı şekillerde yorumlamaya çalışmış ve kayıt altına almışlardır. Aristo’nun teorisinden başlayan süreçte en yaygın olan kanı, depremlerin ortaya çıkması işlenen günahlar ve Tanrı’nın bir cezalandırması olarak insanlara gösterdiği uyarıydı. Bazı depremlerden sonra bir tören alayı Ayasofya’dan ayinin yapıldığı kentin bir kilisesine doğru yola çıkardı.
“Ey efendi, biz günah işledik, yoldan saptık yüzükoyun kapanıyoruz, bize acı!” feryatları arasında Aziz Paul’un Yahudilere mektubu okunurken, “Tanrı evlatlarını, onları pişmanlığa zorlamak için cezalandırır.” cümlesi üstüne basa basa söyleniyordu.
Kaynaklar:
Depremlerin Oluş Nedenlerine İlişkin Bizans Teorileri – Mevlüde BAKIR, İTÜ Dergisi Cilt:2, Sayı:1, 3-9, Aralık 2005
Bizans Döneminde İstanbul’da Depremler: Halk Üzerine Etkisi – Frank Vercleyen (Çeviren: Doç. Dr. Feda Şamil ARIK)
Mezarının hakkında, gerek Bizanslılar gerek Osmanlılar için hep bir efsane ve inançlar zinciri anlatılageldi. Haliyle bir sonuca bağlanmayan bu konu hakkında eski bir gazete haberinden yola çıkıp Steven Runciman’ın (Orta Çağ ile ilgili çalışmaları bilinen Britanyalı tarihçi) topladığı varsayımları günümüze uyarlayacağız.
XI. Konstantin’in mezarı hakkında ortaya sunulan görüşler o kadar çok ki, herkes kendine en yakını üstüne aldı ve almakta.
Bazıları İstanbul düştüğünde çektiği ıstıraba dayanamayan imparatorun gökyüzüne çekildiğinden bahsedip buna inanırken, bazıları cesedin bulunduktan Fatih tarafından Hıristiyanlara verilen emirle ve hak ettiği değeri görmesi için defnedilmesi gerektiğini söyler. Evliya Çelebi Sulu Manastır’a (şimdiki Surp Kevork Kilise’sinin altı) gömüldüğünü söyler. Bazıları Balıklı Ayazma’ya gömüldüğünü söylerken bazıları Aya Teodosia Kilisesi’ne (Gül Cami) gömüldüğünden bahseder. Kimilerine göre başı gövdesinden ayrılmıştır, padişah kesik başı teşhir eder. Kimilerine göre Topkapı – Aya Romanos Kapısı civarında ezilerek ölmüştür. Kırmızı ayakkabılarından tanırlar.
Tüm bunların içinde gazetenin birazdan değineceğim seçeneği haber yapması bir gizemin peşinden gitmesinden dolayı değildi elbette. Bölgedeki imar faaliyetleri İMÇ bloklarının inşaatı ile aynı döneme denk gelmektedir.
Raymond’un anlatısına göre Vefa civarında bir azep askerinin mezar taşında “bu adam donanmanın ateşçilerindendi ve vaki hareketi sebebiyle Sultanın emriyle öldürülmüştür”, yazmaktadır. De Paspah ise bunu bilen bir kahvecinin bu mezarı imparatora ait göstermeye çalıştığını, bir mezarın kurbana diğerinin ise azep askerine ait olduğunu yaymaya çalıştığından bahseder.
Fakat bunlardan önce Grossvenor 1895 yılında Constantinople adlı eserinde bu mezardan “İstanbul’daki Vefa mahallesinde, yerli Rumların İmparator Konstantine ait olmak dolayısıyla saygı gösterdikleri sefil ve isimsiz bir mezar vardır. Ürkek bir hürmet, mezarın etrafına bir takım iptidai tezyinat vücude getirmiştir. Kabrin etrafında, gece gündüz mumlar yanıyordu. Geçmiş seneler evveline kadar burası, bir ibadet yeri olarak, gizlice ziyaret ediliyordu. Daha sonra Osmanlı hükümeti, şiddetli tedbirler almış ve bu yüzden burası aşağı yukarı terkedilmiştir” diye bahsetmektedir.
Burada askerin sultan tarafından cezalandırılma sebebi Tursun Bey’in anlatısında şöyle geçmektedir; Yeniçeri kıyafeti giyen bir azep askeri yağmaya giderken kaçmakta olan imparatorla burada karşılaşır ve XI. Konstantin’i öldürür. Bunu öğrenen Sultan ise azep askerinin öldürüldüğünden bahseder.
Gazete burada “Vefadaki kabir, yakınlarda gördüğü hürmet dolayısiyle enteresan bir mahiyet almakla beraber; ihtimal ki, pek eski değildir. Fakat Vefadaki kabirlerde hafriyat yapılmasını, Azap Dedenin mezar: üzerindeki kitabenin tekrar okunmasını ve bu kitabenin ne zaman yazılmış olduğunu tayin edilmesini, diğer kabrin de açılmasını teklif etmek isterim. Şayet buradaki kabir içindeki ceset, teşhis imkanı verirse o zaman, vaziyeti tayin etmek mümkün olur. Şayet kabrin içindeki ceset kafasız ise, o zaman, imparatorun buraya gömülmüş olduğuna hükmetmek için imkan hasıl olur. Çünkü bu meselede muhakkak görünen bir şey varsa, imparatorun kafasiyle cesedinin birbirinden ayrı düşmüş olduklarıdır” diyerek başta bahsettiğim İMÇ inşaatlarına atıfta bulunarak bir fikir sunmakta. Daha sonra araziden bir fotoğraf paylaşmaktadır.
Peki elimizde neler var dediğimizde, bir haritada Azep Askeri Sokağa yakın bir noktanın Konstantin’in Mezarı olarak işaretlendiğini görüyoruz. Alman Mavileri’ne kadar incelediğim haritalarda bir değişiklik yokken Alman Mavileri’nde Konstantin Sokak (Çıkmaz Sokak) adlı çıkmaz sokağa rastladım. Sokağı güncel haritayla kesiştirdiğimde pek bir sonuca ulaşamadım ama göreceğiniz üzere Konstantin Mezarı olarak işaretlenen noktanın, günümüz haritası ile kesiştirdiğimizde Mehmethan Sokak sonunda İmam Hatip Lisesi’nin bahçesinde kalmakta olduğunu gördüm.
Haritada İMÇ ve diğer faaliyetler esnasında yıkılan Küçük Kovacılar Hamamı ile diğer birkaç yapıyı işaretledim. Faaliyetler esnasında bu alan bir araştırma yapılmış olsaydı sanırım haberimiz olurdu. Burada ya bir azeb askeri ya imparatorun mezarı ne vardı ise dümdüz edilip geçilmiş olma ihtimali yüksek.
Alman Mavileri
XI. Konstantin’in günümüze ulaşan tek el yazısı ve imzası
İki rahibe Mese Caddesi’ni ellerinde sadaka kutularıyla yürüdüler. Philadelpion’u geçince Bovis Forumu’nu arkalarına alıp tarlalar boyunca uzanan toprak yola saptılar. Forumun uğultusu hala duyuluyordu. Lips Manastırı gözüktüğünde ise denizden esen yel tüm şehri serinletiyordu. Manastıra yaklaştıkça semantron sesleri duyulmaya başlamıştı.
Rüzgar arkasına kattığı bulutları şehrin üzerine örtüyordu…
(bizansconstantin.com)
Konstantinos Lips Manastırı halihazırda tarihi yarımada sınırları içerisinde, Vatan Caddesi’ne (Lykos Deresi) cepheli, Halıcılar Caddesi ile Şair Fuzuli Sokak arasında Bizans Döneminde Lykos Vadisi olarak adlandırılan bir noktada yer almaktadır.
Yazının ilerleyen dönemlerinde görsel öğeler ile destekleyeceğimiz manastır yapılar topluluğundan kilisenin (şimdiki kuzey kilise) yapımına 901 yılında başlanmıştır. Constantine Porphyrogenitus’a göre 7 yılda tamamlanmıştır. (Macridy, 1964, s. 255)
Bizanslı Amiral Konstantinos Lips tarafından manastırın bir parçası olarak yaptırılan kilise, Meryem’e (Panachrantos) adanmıştır. (Millingen, 1912, s. 127; Eyice, 1988, s. 337). Yapının kuzey cephesi üzerindeki mermer kornişte bulunan yazıtta Constantine’nin adı ve kilisenin Bakire Meryem’e ithaf edildiği yazmaktadır, yazılıdır. (Millingen, 1912, s.125; Ebersolt-Thiers, 1913, s.219).
Konstantinos Lips, İmparator VI. Leon (882-912) ve Constantine VII. Porphyrogenitus (912-956) dönemlerinde önemli bir askeri adamdır. Leon zamanında “protospathorius” (8-12. Yüzyıllar arasında en yüksek saray ünvanlarından biridir. Üst düzey generallere ve vilayet valilerine verilen bir unvandır.) konumundadır. İmparatorun zırhını korumaktadır. 913 yılında Ducas ile katıldığı bir savaşta komployla karşı karşıya kalıp başkente dönmüştür. 10 Ağustos 917’de Bizans ordusunun Bulgarlara mağlup olduğu savaşta ölmüştür. (Milingen, 1912, s.126, 127; Macridy, 1964, s.255, 256)
İmparator VI. Leon’un katılımıyla Haziran 908 yılında kilise ibadete açılır. İmparator manastırın yemekhanesinde ziyafet vermiştir (Continuatus, 284-813, s.371). bir söylentiye göre bu ziyafet esnasında güneybatıdan esen sert rüzgar evleri sarmış, her şeyi alt üst etmiş, şehir ahalisi ise dünyanın sonunun geldiğini düşünmüştür. Ardından kuvvetli bir yağmur ile bir fırtına kopmuştur. Esen bu güneybatı rüzgarının adı ise Lips yani lodostur. Tarihçiler ise bu olayın Constantine’in soyadı ile nasıl bir rastlantısı olduğunu açıklayamamaktadır (Millingen, 1912, s.127).
Dördüncü Haçlı Seferi’ne kadar olan (13. Yüzyıl) dönemde İmparatoriçe Theodora tarafından yapıya yeni bir kilise eklenmesine kadar olan süreç ile ilgili herhangi bir bilgi ve kayıt bulunmamaktadır. Halk arasında Kuzey Kilise olarak da anılan yapının devşirme malzemelerden kimi kaynaklara göre eski bir Roma Mezarlığının taşlarının kullanıldığı düşünülmektedir. Bu savı destekleyen önemli verilerden birisi, Gülçin Kahraman’ın Fenari İsa Camisi/Konstantinos Lips Manastır Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri adlı Doktora Tezinde belirttiği gibi yapıdaki bazı mermer elemanlar incelendiğinde gömü geleneği ile ilgili bilgiler içerdiği görülmüş, bu elemanların yakınlardaki nekropol alanından yapıya devşirme olarak getirildiği, bu elemanların genellikle işlenerek mermer korniş olarak kullanıldığı bilgisidir.
Latin işgalinden sonra şehre geri dönen Palailogos hanedanından İmparator Mikhael Palaelogos’un eşi Theodora Dukana Vatetzona kuzey kilisenin güneyine Vaftizci Yahya peygambere adadığı kiliseyi kendisi ve ailesi için mezar kilisesi olarak yaptırır (Milingen, 1912, s.127, 128) Theodora kilisenin yanı sıra, manastır sistemini korumak ve sürekliliğini sağlayabilmek amacıyla yapılar topluluğunun etrafına bir duvar yaparak çevreletmiştir (Talbot, 1992, s.299). Theodora 1304 yılında buraya gömülmüştür. İmparatoriçe Theodora, Vaftizci Yahya Kilisesi’nin güney nefine gömülmek istemiştir. Kendisinden önce ölen kızı Eudokia ile diğer kızları Anne ve İrene’nin mezarları da burada bulunmaktadır (Macridy, 1964, s.269,270, 271; Mango ve Hawkins, 1964, s.301, 302; Talbott, 2000, s. 1254, 1255).
Güney kilise ile kuzey kilise birleştirilirken kuzey kilisenin dış duvarlarına geçitler açılmıştır (Milingen, 1912, s.128). Kuzey kilisenin narteksinin yanındaki merdiven kulesinin güneye doğru taşkın olmasından dolayı güney kilise narteksi ana mekâna göre simetrik değildir. Ancak bu kısım kubbe ile örtülerek birleştirilmiştir (Milingen, 1912, s. 129, 133, 134).
Milingen, kiliseye önce bahsettiğimiz kişiler haricinde Trabzon İmparatoru John’un eşi III. Andronikos’un eşi Prenses İrene, III. Andronikos’un ilk eşi VIII: John’un eşi Rus Prensesi Anna’nın gömüldüğünü yazar. Başka bir kaynakta bunlara ek olarak Theodora ile Mikhael Palailogos’un (VIII. Mikhale-Mihail) oğlu Konstantinos Paleologos’un burada gömülü olduğu yazar (Çelik Gülersoy, 1976).
Anne ve Babası ile Konstantinos Paleologos ortada
II. Andronikos ölmeden 2 yıl önce burada keşiş olmuş ve 1322 yılında yine Lips Manastırı’na gömülmüştür. 1929 kazılarında kilisede 22 adet lahit bulunmuştur (Eyice, 1963, s.12). Rus Prensesi Anna halk arasında veba salgını paniği yaratmaması için öldüğü gece hemen burada defnedildiği sanılmaktadır.
II. Andronikos
Osmanlı Dönemi’nde 1497-1498 yıllarında II. Bayezid döneminde yapının Güney Kilise olarak anılan bölümü Molla Fenari’nin yeğeni Rumeli kadı askeri Fenarizade Alaaddin Bin Yusuf Efendi tarafından mescite çevrilir. Yapının güneydoğu kısmına bir minare eklenir. Yarım kubbelerden biri mihraba çevrilir. Medresenin baş hatiplerinden biri olan İsa Efendi’nin ( Lips Manastırı’nın Diyakon hücrelerini Halveti tarikatına tekke yapmıştır) adı ise camiye verilir. Aslında Baş Hatip İsa Efendi, Fenarilerden birisi değil ama şu an kullanılan isim hem Fenarizadelerin hem İsa Efendi denen kişinin birleşmiş halidir. Kilise 1633 yılında bir yangında büyük hasar görerek kullanılmaz hale gelir. Sadrazam Bayram Paşa tarafından (ki Lykos Deresi’de bir ara Bayram Paşa Deresi olarak anılmıştı) 1636 yılında onarımı gerçekleştirilir. Bu onarımda Kuzey Kilise’de tekkeye çevrilir. İki kubbe yeniden inşa edilerek duvarlardaki mozaikler sökülür (Miller – Wiener, Wolgang, 1977).
1782 yılındaki başka bir yangınla yapı veya yapılar topluluğu tekrar zarar görmüştür. 65 yıl boyunca büyük bir onarım geçirmeyen yapı 1847-1848 yıllarında tekrar elden geçirilir. Güney kilisenin kolonları desteklenir. Nartekse korkuluk görevi gören yarım duvarlar kaldırılır.
120 yıllık bir hasarsızlığın ardından Lips Manastırı yeni bir doğal felaket ile tekrar sarsılır. 1904 yılındaki depremle yapının bir kısmı yıkılırken, 1918 yılında yine bir yangında kullanılamaz hale gelen yapı boşaltılır ve kaderine bırakılır.
Ta ki 1929 yılında Macridy öncülüğünde, Süleyman Hikmet’in İstanbul Arkeoloji Müzeleri ile birlikte yürüttüğü arkeolojik kazı çalışmalarına kadar. Bu çalışmalar sonrasında yapıya ait mermer parçaları ile lahitler çıkartılır. Sağlam lahitler Arkeoloji Müzesi’ne teslim edilirken harap durumda olup yapıda bırakılan lahitler 1930 ile 1960 arasında parçalanarak yok olmuştur. Burada bir görüşte, bu kazı çalışmaları bittikten sonra sahipsiz bırakılan manastırın defineciler tarafından talan edildiğidir. Manastıra dadanan defineciler kalan 22 mermer lahiti define bulma hayaliyle parçalıyor. Tabi lahitler boş çıkıyor ama geriye hiçbir şey kalmıyor.
Yapı 1947 yılında Ayasofya Müzesi’nin yönetiminde küçük onarımlar geçirmiştir (Müller-Wiener, 2007, s.128). 1959-1960 yıllarında ise Eski Eserler Umum Müdürlüğü’nün bütçesiyle Cahide Tamer kontrolünde onarım geçirmiş ve cami olarak tekrar kullanıma açılmıştır (Tamer, 2003, s.168).
1970 ve 1980’lerde Amerika Bizans Topluluğu tarafından kapsamlı bir bakım onarımından geçmiştir.
Lips Manastır Kilisesi’nin günümüze kadar geçirdiği serüven bu şekildeydi. Kilise haricinde manastır birliğini sağlayan yapılara veya işleyişe geldiğimizde ise günümüze ulaşan, her manastırın “typikon” adı verilen yazılı tüzükleri ve kurucusunun koyduğu kuralların bir kısmı mevcut. Bu typikonlarda manastırların kuruluş nedenleri, rahip ve rahibelere yol gösteren kurallar, manastıra bağışta bulunan kişilere ait bağış miktarları, yemek yeme ve gündelik yaşan kuralları yer alırdı (Ahunbay, 1997, s.159; Talbot, 1990 s.167).
Manastır hayatını anlatan günümüze kadar ulaşmış 52 adet typikon vardır. 1294-1301 tarihli typikon Alice – Mary Talbot tarafından Delehaye’nin 1921 tarihli “Deux typica byzantins de I’epoque des Paleologues” adlı yayınından tercüme edilerek yayınlanmıştır. Typikonun orijinal hali Bristish Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Typikonlara göre, Theodora “Tanrı’nın isteği sonucu bir servet sahibi olduğunu ve manastır yaptırarak borcunu ödemeye çalıştığı” yazmaktadır. Çocukları ile manastıra gömülen imparatoriçenin ölümü ile ilgili sahneler hem lahit üzerine hem typikona yazılmıştır. Typikonun başlangıcında, manastır hayatı, kinobion yaşam, başkanlık seçimiyle, ilgili bölümlerde eksik kısımlar bulunmaktadır. Typikondan elde edilen bilgiler şöyle özetlenebilir; manastırda elliye yakın rahibe vardır. Bunların otuzu ayinler ve koroda görevlidir. Yirmisi günlük işlere bakar. Bir yöneticiyle (rahip veya rahibe) birlikte, memurlar, zangoç, iki asistan, bekçi, haznedar bulunaktadır. Her rahibenin kendi hücresi vardır, fakat yemekleri yemekhanede hep beraber yerlerdi. Manastırda ayinler Pazar günleri diğer manastırlarla birlikte eş zamanlı olarak yapılırdı. Haftanın dört günü imparator ve önemli kişiler için yapılan törenlerle, Hz. Meryem’in doğumu gibi kutsal günlerde de ayinler düzenlenirdi. Manastırda dört rahip bulunuyordu ve ayinlerde ikili grup olarak görev alıp, düzenlenen ayinlerde maaş alırlardı. Eğer ayine imparator katılacaksa “kalliphonoi” (profesyonel ilahi okuyucuları) olarak adlandırılan ilahi şarkıcıları da ayine katılırlardı. (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri – Talbot, 2000, s.1256, 1257).
Typikona göre manastırın rahibe ihtiyacına göre eğitim programları düzenlendiği, başka manastırlardan gelen rahibelerin Lips Manastırı typikonunu kabul etmek zorunda olduklarından bahseder. Ayrıca rahibelerin ruhsal babalarının olduğu, bu erdemli kişinin haftanın üç günü manastıra gelip misafirhanede kaldığı, rahibelerin her iki kilisenin de narteksinde sabah saatlerinde bu kişiye günah çıkarttıkları yazılıdır. Rahibelerin haftalık diyet programları vardır ve et yemekleri yasaktır. Rahibelere senede iki kere Ocak ve Nisan ayında yeni kıyafetler, senede bir kerede ayakkabı verilir, eskiler depoya kaldırılır veya ihtiyaç sahiplerine verilirdi (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri – Talbot, 2000, s.1257, 1258).
Rahibeler yılda 4 kez kutsal günlerden önce (Paskalya, Noel vb…) yıkanırlardı. Manastırdan çıkmaları çok özel haller dışında yasaktı, aileleri onları manastırın misafirhanesinde ziyaret edebilirlerdi. Haftada bir kez manastıra doktor gelir, manastır hastanesinde ilaçlar bulunurdu. Yönetimdeki rahibeler, diğer rahibelerin maddi ve manevi mutluluğundan sorumluydu. Hem bir yönetici, hem bir psikolog hem de ruhani önder olması gerekiyordu. Akşam yemeklerinde ve kutsal günlerde manastır typikonu hatırlanarak seslice okunurdu. Manastır zangocu typikonu saklamak ve korumakla sorumluydu. Typikon manastır kompleksinin sahip olduğu mal varlıkları ile de bilgiler vermekteydi. Lips Manastırı bir imparatorluk manastırı olduğu için korunaklı bir yerdi. Patriğin manastır yönetimi ve kurumuyla ilgili herhangi bir rolü yoktu. Lips Manastırı typikonundan II.Andronikos’un “ephoros” (yönetici) seçilmesinden bahsetmektedir. Hastaneden ve mallardan edinilen gelirler II.Andronikos’a verilirdi (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri – Talbot, 2000, s.1258, 1259).
İmparatoriçe, rahibelere ayinlerde ve kişisel dualarında kendisini de hatırlamalarını söyler, ömrünün son zamanlarını da burada geçirmek isteyebilirdi. İmparatoriçe Anna hastalığı süresince burada kalmıştır ve kendisine iki rahibe hizmet etmiştir. İmparatoriçe Theodora da kilisenin güney nefinde kendisi için bir gömü yeri tarif etmiştir. Onun yakınına kızı ve annesi gömülmüştür. Theodora kendisinden sonraki aile bireyleri için de hücreler tayin etmiştir (Erdoğan, 2009, s.7). Manastır typikonu, hastane ile ilgili bilgiler de vermektedir. 12 yatak kapasiteli hastanenin giderleri, II.Andronikos’un annesinin bağışlarıyla karşılanırdı. 3 doktor, 1 asistan, 1 hemşire, 1 baş eczacı, 2 eczacı, 6 hizmetli, 3 görevli, 1 aşçı, 1 çamaşırhaneci hastanede görev alırdı ve maaşları bağışlardan ödenirdi. Typikonda yemekler için harcanan paranın miktarı da yazılıdır. Typikonda İmparatoriçe Theodora Palailogina tarafından yapılan “Akhilleion (Çanakkale) ile Baris’teki (Isparta) arazilerinin 300 altın değerinde bir bölümü, balık çiftliği, Thermene’deki değirmen, Emporianos’un bağı, “paroiki” (bağımlı köylüler) ve ekilebilir araziden; 260 altın geliri olan Nymphai köyünden; ayrıca Skoteinon köyünden 183 altınlık “paroiki” gelirine ilaveten 4 değirmenden 70 altın, 2.600 birimlik ekilebilir araziden de 100 altın bağışlanmıştır (Talbot, 1999). Typikonda ayrıca manastırın Konstantinopolis’teki mülklerinin 3 bağ, sayısız bahçe, 6 değirmen ve Blachernai Sarayı çevresindeki 20 konut olduğundan bahsetmektedir. Manastır kompleksleri ayrıca vergiden muaftır (Talbot, 2000, s.1262). Typikon 21 bölümden oluşmaktadır, 20.bölüm dışındaki tüm bölümler manastır hastanesinden bahsetmektedir ve Lips Manastırı’nın “Kecharitomne Manastırı” ile aynı olduğu belirtilmektedir. Kecharitomne Manastırı bir Komnen Manastırı değildir. Ancak Lips Manastırı typikonunun yazarı söz konusu manastırın typikonundan faydalanmış olabilir (Talbot, 2000, s.1254). Typikonda baş rahip ve rahibenin seçilmesi, çıraklık dönemi, görevler, manastır dışına çıkmayı yasaklayan ya da düzenleyen kurallar, yemekhanede uyulacak davranış kuralları, bayramlar ve perhiz dönemlerinde yeme içme konusunda uyulacak kurallar, manastır kıyafetleri, iş bölümü, kuralları çiğneyen keşiş ya da rahibelere verilecek cezalar yer alırdı (Talbot, 2000).
Typikon, manastır hayatıyla ilgili bilgiler verirken, burada yer alan yapılarla ilgili de bilgilere ulaşmayı sağlamıştır. Rahibelere ve imparatorluk ailelerine ait hücreler, yemekhane, misafirhane, depolar, 12 yataklı bir hastane ve bu komplekste yer alan kişi sayısı kadar yatakhane olduğuna ilişkin bilgileri de vermektedir (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri).
Bu bilgiler ışığında manastıra kuzey ve güney kilise haricinde bu yapıların dahil olduğu ve etrafının duvarla çevrili olduğu bilgileri artık kesinleşmiş oluyor. Ancak günümüzde kuzey ve güney kilise haricinde bir yapı kalmadığı için sadece Alman Mavileri haritasını baz aldığımızda kilise etrafında iki adet küçük yol gözükmekte, buradan şu an Historia AVM’nin bulunduğu güneydoğu aksındaki eski Rum Mektebi’ne kadar, kuzey ve kuzeydoğuda bulunan Halıcılar Meydanı ve ona cepheli son sokağı sınır olarak kabul edip kabaca bahsedilen yapıları yerleştirdiğimizde manastırın kilise ile birlikte şöyle bir görüntüsü ortaya çıktı.
Kilise ile birkaç detaya değinecek olursak, kilisede günümüze ulaşmayan üst katlardaki şapellere geçişi sağlamak için kullanılan bir merdiven kulesinin varlığı bilinmekte.
Kuzey kilisenin Osmanlı döneminde inşa edilmiş kubbesinin altında bulunan mermer korniş, yapının Orta Bizans dönemine ait mimari bir eleman olup, büyük ölçüde tahrip olmuş, kenar bitişleri hemen hemen kornişin yarısına kadar kırıktır. Macridy 1964 yılına ait yayınında bu parçaları belgelemiş, Mamboury ise kornişteki mevcut bezemelerden hareketle tüm kornişin restitüsyon çizimini yapmıştır.
Yapının farklı yerlerinde Grekçe yazılar restorasyon çalışmaları sırasında tespit edilmiştir. Devşirme olarak yapıya getirilen bu mermer parçalardaki yazıtlar bir kompozisyonu tamamlamamaktadır. Bu yazıtlarda, bu lahitlerin içlerine defnedilmelerine izin verilenler dışında başka kimselerin defnedilmeleri halinde ödenecek para cezalarının miktarları ve bu cezaların ödenecekleri kurumlar belirtilmiştir. Cezaları tahsil edecek kurumlar Asia eyaletinin metropolisi olan Kzykos (Erdek / Düzler / Belkıs) şehrinin ismi yer almaktadır, bu sebeple Lahitlerin Kzykos nekropol alanına ait olabileceği yorumlanabilir (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri).
Yapı çevresinde bugün bile, sütun kaideleri, mermer korniş parçaları, mermer levhalar gibi birçok eleman bulunmaktadır.
Yapı Osmanlı döneminde camiye çevrilmesiyle birlikte geçirdiği onarımlar nedeniyle Bizans dönemine ait mozaik ve freskler günümüze ulaşmamıştır. Ancak 1929 yılında yapılan araştırma çalışmalarında mozaik ve fresk kalıntılarına ulaşılmıştır. Bunlardan en önemlisi Azize Eudokia mozaiğidir.
Bu mozaik 1918 yangınında tahrip olan ahşap çatı örtüsünün altında güneybatı şapelinin dış kısmında tersyüz olmuş şekilde bulunmuştur (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri). Macridy (1964) bu ikonayı şu şekilde tarif etmektedir: “66 santim yüksekliğinde, 28 santim genişliğinde ve 7.3 santim kalınlığında, beyaz arka planlıdır. Yüzey 6 milimetre yüksekliğinde hafif konkavdır. İkonanın çevresindeki çerçeve 2.5 santim genişliğinde, 7 milimetre derinliğinde, sarı renkli taşlar ile baklava şeklinde dekore edilmiştir. İçerisinde kırmızı ve yeşil renkli cam mozaikler yer almaktadır. Çerçevenin içerisinde ayakta duran Aziza Eudokia ellerini açmış, dua ederken tasvir edilmiştir. Eudokia kafasında değerli taşlarla bezenmiş imparatorluk tacı takmaktadır. Tacın kenarlarında “perpendulia” adlı renkli taşlar sarkmaktadır. Yukarıya doğru açık olan iki eli üzerinin birinde H A Γ I A, diğerinde E Y ∆ O K H A yazmaktadır.”
Kilisede bulunan diğer önemli bir fresk ise güney koridorun batı kemeri içerisinde açıpğa çıkan Aziz Demetrius freskidir.
Mango ve Hawkins (1968) freski şöyle belgeleyip tarif etmişlerdir: 1.72 metre yüksekliğinde, 83 santim genişliğindeki aziz figürü St. Demetrius olmalıdır. Yeşil zemin üzerindeki figürün başındaki halenin solunda O ve A, sağında ∆ ve H harfleri bulunmaktadır. Kenarında sarı şeritler halinde inciler sallanan yuvarlak bir miğfer giymektedir. Bu fresk maalesef günümüze gelmemiştir.
Yapıda 1929 yılında Bizans Enstitüsü ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yaptığı kazı ve araştırmalar sonrasında yapıya ait mimari elemanlara ve bilgilere ulaşılmıştır. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu yapı parçalarından en önemlisi ve tüm parçaları bir arada olan Havari Büstleri bezemeli kemerdir (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri).
Kilisenin döşemesiyle ilgili kısa bir bilgi verecek olursak, restorasyon çalışmaları sırasında yapının halı kaplaması ve ahşap döşemesi kaldırılınca bazı kapı geçişlerinde mermer eşikler, güney kilisesinin naosunda da opus sectile döşeme kalıntıları ortaya çıkmıştır. Mamboury’nin fotoğrafında da bu elemanlar görülmektedir (Şekil 4.31??) (Gülçin Kahraman, 2017, Lips Manastırı Kilisesi Restitüsyon ve Koruma Önerileri).
Lips Manastırı yazısına burada son verirken Doktora Tezinden çokça yararlandığım Gülçin Kahraman’a ayrıca teşekkür eder, Lykos Vadisi’nden pek uzaklaşmadan Myrelaion Manastır Kilisesi ile yolumuza devam edeceğimizi belirteyim.
Not: Gerek bu yazıda gerek başka yazılarda kendi çizimim olan görselleri ödev vs. için kullanmak isterseniz mail yoluyla ulaşabilirsiniz ve yazısız halini gönderebilirim.
Lykos… Mitolojide bazı kaynaklara göre Poseidon ile Celaeno’nun (Celeno) oğlu olan Lykos’a ulaşmak çok kolay değil. Yunancada “kurt” anlamına gelmekte olan Lykos; Irak’ta bulunan Büyük Zap-Asur Nehri’nin, Kıbrıs’ta bulunan Kouris Dere’sinin, eski adını Nehir Tanrısı’ndan alan Hermus Nehri’nin (Gediz) bir kolunun, Yunanistan’da Carseae yakınlarında bulunan Mysia Nehri’nin, Yeşilırmak Nehri’nin uzun kolu olan Kelkit’in eski adı.
Ve bizim inceleyeceğimiz, Constantinopolis surlarının dışında doğup şehir içine girebilen tek doğal su Lykos Deresi. Sonrasında Yenibahçe Deresi, Bayrampaşa Deresi ve kaynağına ulaşamadığımız bir isimle Şaram Paşa Deresi (1453-1481 Arası Arkeolojik ve Topografik Harita).
Öncelikle Lykos’un doğduğu yerden başlayacak olursak, bu bilgiyi birkaç haritada rastladığımız noktaları çakıştırmak suretiyle tahmini bir yere ulaşabiliyoruz. 1867 Moltke Haritası’ndaki noktayla günümüzü çakıştırdığımızda Rami Kışlası yakınında bir yere ulaşmaktayız. Aynı şekilde derenin doğduğu yeri gösteren sınırlı sayıdaki haritalardan diğerinde, 1891 Moltke Haritası’nda da aynı yere ulaşmaktayız.
Semavi Eyice, bu derenin Trakya istikametinden geldiğini ve Topkapı ile Edirnekapı arasındaki vadiden şehre giriş yaptığını söyler. Haritaları baz aldığımızda derenin sur dışı yolculuğu kabaca 2,64 km sürüyor.
Lykos, Bizans Dönemi’nde 5.800 hektarlık şehir için bile elbette yeterli bir su kaynağı değildi ancak başta söylediğimiz gibi sur dışından gelen doğal tek kaynaktı. Daha sonra Osmanlı Dönemi’nde genişleyen yüzölçümü İstanbul sınırlarını değiştirse de Lykos sur içindeki varlığını korumaya devam etti. Bizans gravürlerini incelediğimizde derenin sur içine girdiği yer civarında yine tarımsal faaliyetlerin olduğunu söylememiz pek yanlış olmaz.
Bu gravürü dikkatle incelediğimizde Lykos’un surdan giriş yaptığı noktada bir kişinin tarımsal faaliyet ile uğraştığı hatta arkasındaki noktada bazı ürünlerin yetiştiğini görmekteyiz. Aynı şekilde suyu izlediğimizde üzerinde bir köprünün varlığı ile Lips Manastırı civarından sonra Langa’ya kadar Lykos’a dair bir iz gözükmemekte. Bu yola sonra devam etmek için şimdi Lykos’un Suriçi’ne giriş noktasıyla başlayalım.
Rami Kışlası (kimi kaynaklarda Maltepe) civarından doğan Lykos’un surdan şehre girdiği nokta için elimizde en sağlam kaynak Alman Mavileri ve bir fotoğraf karesi. Bu noktanın Sulukule ismini alması ve günümüze ulaşması elbette Lykos sebebiyle.
Bu noktanın günümüzde son hali
İç Kısım
Buradan şehre giren Lykos şimdiki yapılara göre haritadan görebileceğiniz gibi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Fatih Spor Kompleksi ile İGDAŞ Binasının arasından devam edip Yapı Kredi Blokları’nın içindeki bahçe boşluğu izliyor, Emlak Bankası Konutları’nın surlara göre üçüncü binasının altından geçip, Kaymakamlık yapılarının ilk binasının olduğu yerden Vatan Caddesi’nin istikametine katılıyor.
Tam bu noktada gerek haritalardan gerek ulaştığımız kaynaklardan edindiğimiz ve günümüze gelen bir sokak ismiyle netleşen bir köprü karşımıza çıkıyor. Günümüzdeki caddeye ulaşan sokağın adı Arpa Emini Köprüsü Sokağı, bazı haritalarda bu noktada iki bazı haritalardan üç köprü olduğunu görüyoruz. İslam Ansiklopedisi’nde Bayrampaşa Deresi Köprüsü’nün tek gözlü olduğu, kesme küfeki taşından (diğer adı Bakırköy Taşıdır) olduğu, iki yanında yine aynı taştan yapılmış korkuluklar bulunduğu, mimari bakımdan önemli bir eser olmamakla birlikte İstanbul içindeki tek köprü olduğundan tarihi topografya bakımından önemli bir değeri olduğundan bahsedilmektedir. Köprüye ait günümüze ulaşan şimdilik bildiğimiz bir tek fotoğraf mevcut. Semavi Eyice ise köprünün on altıncı yüzyıl ortalarında yapılmış olabileceğini söylemektedir. Harita izlerinde ise bu köprüye ek olarak birkaç geçit gözükmekte ama tam olarak doğrulanamamakta. Bizans gravürlerinde bile en az iki ila üç köprü gözükmekteyken Lykos ömrü boyunca üstünde küçük kolyeler olan bir kuğu boynu gibi varlığını sürdürmüştür.
Bayrampaşa Deresi Köprüsü
Yenibahçe Halil Attar Çeşmesi ve Mescidi. Lykos Deresi üzerinden geçen taş köprünün yanında yer alıyordu. 1957 yılında Vatan Caddesi yapılırken mescit ve çeşme yıktırıldı.
Yenibahçe Deresi’ndeki mescit (İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi)
Tekrar Likos’un izlediği yola dönecek olursak, dere Lips Manastırı’na (Molla Fenari İsa Cami) kadar cadde boyunca devam ediyor. Haritalardan bazılarında bu noktada yeraltına indiği, bazılarında normal devam ettiği gözükmekte. 19. Yüzyıl başında Payitaht İstanbul’u eserin sahibi Sarkis Sarraf Hovhannesyan’a kulak verecek olursak ise “Edirne Kapısı ve Top Kapısı denilen kapıların arasında, Bayrampaşa Vadisi hizasında, surun iç kısmında Sulukule adı verilen kemerli bir geçit vardır. Muhtelif yönlerden akarak bu noktada birleşen dere, aynı geçitten şehre girer ve Yenibahçe’nin kenarından Aksaray’a doğru ilerleyerek Yenikapı’ya-Langa’ya iner ve yeni yapılmış hamamın yanından denize dökülür.” Bizans Dönemi haritalarına baktığımızda Lykos yine Lips Manastırı önlerinde yeraltına inmekte. Elimizdeki bilgiler ışığında Lykos bahsettiğimiz yerde veya yakınında yeraltına inmekte Aksaray’a doğru ilerleyip burada Bous Forumu’nun (Forum Bovis) altından kırk beş derecelik bir açı yaparak Langa’nın (Vlanga) yolunu tutar ve döküleceği Marmara Denizi’ne ulaşırdı.
Köprüler-İBB Atatürk Kitaplığı’nda Osmanlıca El Çizimi
Lykos tek başına akan bir dere değildi. Nusret Tekinel yazısında bunu şöyle açıklıyor; “Karagümrük ve Malta’dan iki adet cılız dere, dikeylemesine Hırka-i Şerif yamaçlarından aşağıya doğru akarak Bayrampaşa Deresi’ne katılırdı.” Yazının devamında ilk cılız katkıyı sağlayan suyun adının Karagümrük Deresi olduğu ve şimdiki Kaymakamlık Binası’nın oralardan, ikincinin katkı sağlayan suyun ise adının Malta Deresi olduğu, şimdiki Maliye Binalarının olduğu yerden Lykos’a katıldığı, Malta Deresi’nin tam yaklaştığı yerde kot farkının üç metreye ulaşması sebebiyle küçük ve doğal bir şelale oluştuğundan, bu şelalenin çevresinin ise dut, erik ve incir ağalarıyla çevrili olduğundan bahseder. Bu noktada tekrar haritalara dönecek olursak, Lykos’a katılan tek bir kola rastlayabiliyoruz.
Lykos’un döküldüğü yere gelecek olursak yaşına dair tüm verileri neredeyse buradan ediniyoruz. Neolitik çağda bir bataklık ortamı olan, günümüzden beş bin ila altı bin yıl önce deniz seviyesinin yükselmesi ile sular altında kalmış ve MS. 300-400 yıllarından itibaren liman olarak kullanılmaya başlanmıştı.
Bu alan, Constantinus döneminde Eleutherios adında bir soylu tarafından inşa ettirilmişti. Kentin güneyinde yer alan liman doğal bir koydu ve Lykos’un döküldüğü yerde bulunmaktaydı. Liman adını ise Eleutherios mahallesinden almıştı. Mahalle adını ise I. Constantinus (324-337) döneminde yaşayan Eleutherios adındaki bir kişinin özel sarayının bulunduğu yerden almaktaydı. Eleutherios’un mermerden bir heykeli, dibi taş döşeli olan bu limanı süslemekteydi. Heykelin omuzunda bir sepet, elinde ise buğday tanelerini ayırma tırmığı vardı. Duvarlarla çevrili liman, kente deniz yoluyla gelen buğdayların boşaltıldığı yerdi. Lykos’un getirdiği alüvyonlarla dolmaya başlayan limanın batıdaki bölümü I. Theodosius tarafından yükseltilip doğudaki Eleutherios bölümünden arasında bir duvar çekilerek ayrılmıştır. Bu süreçten sonra liman Theodosius Limanı olarak anılmaya başlamıştır. (Mango, 2001, s:25; Berger, 1993, s:467-477)
Biz ise Lykos’un limanın ömrü boyunca etkilerini Marmaray Projesi kapsamında Yenikapı’da İstanbul Arkeoloji Müzesi yönetiminde yapılan kazılarda gördük. Bu kazılar neticesinde yayınlanan “İstanbul – Yenikapı’daki Holosen yaşlı istifin sedimentolojik özellikleri ve çökelme ortamları (Bulut Sezerer, M., Yalçın, M. N., Algan, O. 2019. Sedimentological properties and depositional environments of the Holocene sequence in Yenikapı, İstanbul. Bulletin of the Mineral Research and Exploration 160, 21-43. http://dx.doi.org/10.19111/bulletinofmre.502415)” adlı çalışmada Yenikapı çökel istifinin stratigrafik kesitinde (Şekil-1) göreceğiniz üzere Lykos’un limanda oluşturduğu katman 8. Birim olup kendi içerisinde 8a; kaba kırıntılar, iri çakıl, çakıllı kaba kum, 8b; iri çakıllı kaba kum, 8c; çakıllı kaba kum olarak ortaya çıkmıştır. Bu 8. Birim genelde kırmızı, siyah ve bej renklidir.
Birim 8 katmanlar
Ayrıca kıvrılmış ve iyi yuvarlanmış seramik, keramik, kemik ve kavlıklar ile siyah renkli organik maddece zengin ince seviyelerde içerdiği aynı araştırmanın sonucudur. Ayrıca birim 6, 7 ve 8’de ortaya çıkan dolomit, hematit ve pirit minerallerinin çok büyük bir olasılıkla liman ve kentsel faaliyetlerden kaynaklanması söz konusudur. Çünkü bu mineraller, liman ve şehir yokken ve/veya bunlar henüz çok küçük iken çökelmiş olan birimlerde (birim 2-4) bulunmamaktadırlar. Lykos deresince taşınan malzemenin giderek limanı doldurmaya başlamasının ilk göstergeleri arasında bu minerallerin ortaya çıkışı da bulunmaktadır.
Theodosius Limanı Katmanları
Lykos ile Limanın ilişkisini burada noktaladıktan sonra Osmanlı Dönemi’nde şehir ile ilişkisine tekrar dönecek olursak; 15. Yüzyılda 100.000’in altına düşen nüfus yüzyıl sonlarına doğru ikiye katlanmış 16. Yüzyıl ortalarında 400.000’i bulmuştu. 17. yüzyıl’da artık 700.000’e ulaşan nüfusun taze sebze ve meyvelere ulaşımı çeşitli şekillerde olmaktaydı. Şehir halkının ihtiyaçları kısmen şehir ve çevresinden bir kısmıda çevre şehirlerden karşılanmaktaydı. Birincil olarak şehirdeki bahçe ve bostanlar büyük önem taşımaktaydı. Çünkü çevre şehirlerden tedarik edilen meyve ve sebzelerin özellikle kara yoluyla zarar görmeden getirilmesi pek mümkün değildi. Bu sebeple sur içi bahçe ve bostanları daha bir önem kazanmaktaydı. Doç. Dr. Arif Bilgin’in “Osmanlı Dönemi İstanbul Bostanları” çalışmasında belirttiği gibi İstanbul ve çevresindeki bostanların toplam sayısı şimdilik kesin olarak tespit edilememekte ancak bazı mahkeme sicilindeki listelerden belli bostan ve bahçeler listelenebilmekte. Mesela 19. yüzyılın başlarındaki bir belgeden sur dışındaki Bayrampaşa ve Eyüp bostanlarının sayısının 58 olduğu tespit edilmiştir. Lykos ile ilişkisini düşündüğümüzde bu listeden dört bostan göze çarpmakta. Bostan-ı Bayrampaşa adıyla dört bostandan ustam ve amele ismi kısmında sırasıyla, Piço Usta ve Çiko ile Simo; Avasto Usta ve Hasan, Durmuş, Liço ile Kosta; Yako Usta ve Kiro ile Akil; Tano Usta ve Pano ile Simo isimlerine rastlamaktayız. Nusret Tekinel ise annesi ve teyzesinden öğrendiği bilgide sur içinde Vatan Caddesi boyunca sıralanan (harita ve hava fotoğrafında net olarak gözükmekte) bostanların Andriko, Tanaş ve Panayot isimli üç bahçıvana ait olduğunu belirtip şöyle devam etmektedir; Tanaş Ermeni asıllı, diğer iki bahçıvan Rum kökenlidir. Tanaş daha çok sebze yetiştirirken, Andriko ve Panayot meyve ağırlıklı üretim yapmaktaymış. Diğer bir anekdotta ise havalar güzel olduğunda kızlar tek başlarına okula gittikleri zamanlarda Tanaş ve Panayot şayet o esnada bostanda çalışıyor iseler, kızlar rahatça bostandan geçip okullarına gitsinler diye bulundukları yerden biraz daha uzaklaşıp sırtlarını dönerek işlerine devam ederlermiş.
Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde İstanbul kenar mahalle dilberlerinin buluşma yerleri içerisinde; Yenibahçe civarındaki Kavasın Bağı (Kavuklu Hamdi’nin ilk kez burada gösteri için sahneye çıktığı söylenir) geçmektedir. Buralara, kadın ve erkek ayrı yollardan giderken kadınlar yanlarında bir çocuk, bir komşu kızı, sefertası, seccade, kilim, ufak bohça, yemiş çıkını, sepet, çatal, bıçak, havlu, elbezi ve hatta çocuk 1-2 yaşlarında ise bir de salıncak takımı ile uşak götürürlermiş.
Bazen mahkeme kayıtlarında rastladığımız Yenibahçe bostanlarından 1731 senesine tarihlenmiş belgede, Bab Mahkemesi 151 Numaralı Sicil, 66. Cilt, 53. Sayfasında bulunan 2 numaralı hüküme göre bazı eşkıyanın Yenibahçe ve Langa bostanlarına saklandıklarının anlaşılması üzerine İstanbul’da bulunan bahçıvan ve hizmetkarların kayıt altına alınması istenmiştir.
Lykos Deresi gerek çevresinde yarattığı değişimle (bostanlar, köprüler vs.), gerek denize kavuştuğu limandaki değişimle sur içinde binlerce yıldır sürdürdüğü etkisi göz ardı edilemez. Bayrampaşa Deresi olduğu zamanlardan kalan meşhur Bayrampaşa Enginar’ı da elbette onun izlediği yol sayesindeydi. Bayrampaşa’ya 1623 yılında yeniçeri ağalığı görevinden vezirlik görevi verilince Kubbealtı veziri olur. Sur duvarları dışındaki gayrinizami yapıları istimlak ettirip yıktırdıktan sonra surları tamir ettirir. Bu tarihten sonra bazı kaynaklarda Lykos’un adı Bayrampaşa Deresi olarak geçer.
Lykos’un gerçek macerası ve varlığının sona ermesi ise 1956-1957 yıllarında Adnan Menderes’in başlattığı bir dizi imar faaliyeti sonucunda Vatan Caddesi (Adnan Menderes Bulvarı) inşaatı ile başladı. Semavi Eyice bu yok oluş ile ilgili şöyle söylemektedir; “Bugün bu dere yoktur. Son 20-30 yıl önce yapılan imar faaliyetleri sırasında yok edildi. Şimdi bir de Vatan Caddesi altından metro geçiyor. Ancak uzun zaman bu dere varlığını sürdürdü. İki yanındaki yüksekliklerden süzülen sular, caddenin kotu yükseltildiği için eski yatağına dönemedi ve iki yanında göletler yaptı. Bu göletler ufak gölcükler halindeydi. Sonra buralara koca koca binalar yapıldı. Şimdi bu derenin adı da izi de yok. İstanbul’un esas şekli ile bugünkü şekli arasında bir hayli fark var.”
Lykos bugün kapalı kesit sisteminde ıslah edilmiş ve yer altına alınmış durumda. Sur dışında bir noktada yer üstünde kılcallar halinde akıp tekrar yer altına inmekte.
2022 Yılında Lykos Deresi
Son yapılan çalışmalarda ise mavi ile işaretli hat ile tekrar Marmara Denizi ile olan binlerce yılın buluşmasını devam ettirmekte.
Belki altmış küsur yıldır aradığı yatağı bulamayan Lykos sadece denize ulaştığı anda rahat etmektedir. Kim bilir?
Algan, O., Yalçın, M., Özdoğan, M., Yılmaz, Y., Sarı, E., Kırcı-Elmas, E.,. . . Meriç, E. (2011). Yenikapı-İstanbul antik limanındaki holosen kıyı değişimi ve kültürel tarih üzerindeki etkisi. Kuaterner Araştırmaları, 76 (1), 30-45. doi: 10.1016 / j.yqres.2011.04.002
Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değişim Süreçleri – Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay – İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü (Doğu Akdeniz Oşinografi ve Limnoloji Araştırmaları Merkezi) 34469 Avcılar, İstanbul (E-posta: akcer@itu.edu.tr)
İstanbul – Yenikapı’daki Holosen yaşlı istifin sedimentolojik özellikleri ve çökelme ortamları Sedimentological properties and depositional environments of the Holocene sequence in Yenikapı, İstanbul Meltem SEZERER BULUT , M. Namık YALÇIN ve Oya ALGAN
Bab Mahkemesi 151 Numaralı Sicil (H. 1143-1144 / M. 1731) Cilt 66, Sayfa 53, Hüküm No 2
Nusret TEKİNEL (Anıları)
Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değisim Süreçleri Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü
İstanbul Su Külliyatı – Su Yolcu 2 – İSKİ
İstanbul Derelerinin Fiziki Yapısı – The Physical Structure of Streams in Istanbul – Hülya Dinç, Fulin Bölen – İstanbul Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalı, İstanbul
Mütareke Döneminde (1918- 1922) İstanbul’un Anadolu Yakasında Asayiş Problemleri – Murat AYDOĞDU – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
İstanbul Derelerinin Fiziki Değişimi ve Arazi Kullanım İlişkisi – Hülya DİNÇ – İstanbul Teknik Üniversitesi – Fen Bilimleri Enstitüsü – Şehir ve Bölge Planlaması Anabilim Dalı – Şehir ve Bölge Planlama Programı- Doktora Tezi
Gümüşyaka – Eminönü Arası Kıyı Bölgesinin Jeomorfolojisi, Değişimi ve Gelişimi – Belgin SOL – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
İstanbul’un Roma Dönemi Topografyası: Byzantion – Constantinopolis – Ayşe Yaren TÜRKOĞLU – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
Geçtiğimiz günlerde Pera Müzesi’nde gerçekleşen sergi sonlandığına göre artık görselleri ekleyebiliriz. Çok geniş olmasa bile özenle hazırlanmış bir sergiydi. 6. Yüzyıla tarihlenmiş bir mermer. Hebdomon Vafiftizci Yahya Kilisesi’nde Fransız İşgal Kuvvetleri’nin yaptığı kazıda çıkartılmış. (1921-1922)Beyaz hamurlu, içi sırlı ve boyalı hayvan betimli tabak. St. Andrews Büyük Saray Kazılarında çıkartılmış. (1936-1937)Sergideki tek hata buydu. 3 numarada genç İsa Başı, 4 numarada diğer eser olması gerekiyordu. Galata Surları’na ait bir arma. “Tanrı’nın Anası Kulun Maira’ya Yardım Et” yazılı altın yüzük. 9 ila 10. yüzyıla tarihlenmiş. Aslında bir masa ayağı olan “İyi Çoban Heykelciği”. 4. yüzyılın ortası 5. yüzyılın başına tarihlenmiş. Meryem Başı Parçası. 10. yüzyıl sonu 11. yüzyıl başıÇiçek tutan adam eli.
İstanbul 1950 yılından sonra, dere yataklarında başlayan sanayi üretimi, değişen ulaşım modelleri ve çağırdığı göçün etkisinde hızla şekillenirken derelere de çeşitli müdahalelere başlamıştır. Bu süreçler, derelerin doğal yapısını etkilemiş fiziki yapısını değiştirerek zaman içerisinde kaybetmesine neden olmuştur. Örneğin; 1950’li yıllardaki imar hareketleriyle Vatan Caddesinin olduğu yerden geçerek Yenikapı’dan denize dökülen tarihi Lykos (Bayrampaşa)deresi (Levent E. ve diğ, 2009) kapalı sistem kanallar içerisine alınarak günümüzde yaya-araç yolu olarak kullanılmaktadır. Geçmişte; doğal yapısıyla kent ve kentliyle bağı güçlü olan dere ve vadileri, zamanla çevresindeki yapı yoğunluğunun, ezici baskısıyla artan beton yüzey alanları nedeniyle kentle bağını koparmıştır (İBB 2010)
1867 MOLTKE
İstanbul genelinde kapalı kesit halini almış 27 adet dereden bir tanesidir bir zamanlar Yeni Bahçe ve Bayrampaşa adlarıyla anılan Lykos.
Yunancada Lykos kurt anlamına gelmektedir. Mitolojide Poseidon’un oğlu olan Likus, yarımada içinde bulunan tek derenin adının nereden geldiği hakkında önemli bir bilgi vermektedir. Konstantinopolis sınırları içindeki Lykos Deresi haricinde dünyanın çeşitli noktaların aynı isimle akarsular bulunmaktadır. Örnek verecek olursak; günümüz Türkiye ve Irak’ta bulunan Lykos veya Büyük Zab , Asur Nehri, şimdi Kouris olarak bilinen Kıbrıs’ta Akdeniz’e akan Lykos, Hyllus Nehri’nin bir kolu Lykos (Lydia Nehri) , Carseae yakınında bulunan Lykos (Mysia Nehri) ve Karadeniz Bölgesi’ndeki Yeşilırmak’ın uzun kolu olan Kelkit olarak da bilinen kolun asıl adı Liykos’tur.
1897 GOLTZ PAŞA HARİTASI
Bizim inceleyeceğimiz Lykos nam-ı diğer Bayrampaşa veya Yenibahçe Deresi. Tarihi yarımada, Konstantinopolis içinden geçen tek dere Lykos. Yazılı kaynaklarda pek bir bilgiye ulaşamadığımız için genelde görseller üzerinden devam edeceğiz. Yazılı kaynaklarda derenin nereden doğduğuna dair ulaştığımız tek bilgi Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay’a ait, Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değişim Süreçleri adlı makalede belirtilen, Dere sur dışında Maltepe yüksek alanındaki küçük derelerin, sel sularının birleşmesiyle oluşur. ‘Sulukule Kapısı’ndan sur içine girer, küçük kollar alır. Önce doğu-batı yönünde akar, sonra dirsekle güneye yönelerek Yenikapı’dan Marmara Denizi’ne boşalır.”
Bizim haritalardan gördüğümüz ise Lykos Deresi, 1891 Moltke Haritası’nda Lykos’un Rami Kışlası’nın hemen yanından doğduğu görülmektedir.
1891 MOLTKE
Aynı şekilde 1867 Moltke Haritası’nda da Lykos aynı yerden doğmaktadır. Derenin Edirnekapı ile Topkapı arasından yaklaşık bir yerlerden sur içine girdiği bilgisi yanında tam olan sonuca Alman Mavileri’nin muhteşem haritalarından ulaştık.
ALMAN MAVİLERİ SULUKULE
DERENİN SUR İÇİNE GİRDİĞİ NOKTA
LYKOS’UN SURDAN GİRİŞİNE AİT TEK FOTOĞRAF
Koordinat olarak çakıştırdığımızda ise derenin tam olarak şu an İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Spor Kompleksi’nin yanından girdiği ve Vatan Caddesi boyunca ilerlediği sonucuna ulaştık.
Lykos hakkında sadece biz değil Semavi Eyice, İstanbul’un içinde doğru dürüst bir su kaynağı olmadığını, ancak adı Roma devrinde Likus, Bizans çağında Likos, Türk devrinde ise Bayrampaşa deresi denilen bir derenin olduğunu belirtmiştir.
Eyice, bu derenin Trakya istikametinden geldiğini ve Topkapı ile Edirnekapı arasındaki vadiden şehre girdiğini ekleyip, “Vaktiyle buraya yapılmış bir kulenin içinden şehre emin bir şekilde girmesi sağlanmıştır. Nitekim Sulukule adı da buradan gelmiştir” der.
Eyice, şimdiki Vatan Caddesi’nin dere yatağı olduğunu ve suyun Aksaray’dan doksan derece bir dönüş yaparak, bugün kazı yapılan Yenikapı Limanı’ndan denize döküldüğüne dikkat çeker.
1813 HARİTASI
“Bugün bu dere yoktur. Son 20-30 yıl önce yapılan imar faaliyetleri sırasında bu dere yok edildi. Şimdi bir de Vatan Caddesi’nin altından metro geçiyor. Ama uzun zaman bu dere varlığını sürdürdü. İki yanındaki yüksekliklerden süzülen sular, caddenin kotu yükseltildiği için eski yatağına dönemedi ve iki yanında göletler yaptı. Bu göletler ufak gölcükler halindeydi. Sonra buralara koca koca binalar yapıldı. Şimdi bu derenin adı da, izi de yok. Hatta bu derenin üstünde bir de Osmanlı devrinde yapılmış tek kemerli bir taş köprü vardı. Şimdi görünürlerde o da yok. İstanbul’un esas şekli ile bugünkü şekli arasında bir hayli fark vardır.”
Başka bir çizimde derenin Constantin Lips Manastırı (Fenari İsa Cami) önünde artık yeraltına inip Theodosius Limanı’na dökülene kadar yeraltından gittiğini göstermektedir.
Alman Mavileri’nden takip ettiğimizde dere bu noktada gerçekten yeraltına inip kısa bir süre sonra tekrar yeryüzüne çıkmakta bugün Vatan Caddesi’nin 4 yol kesişim noktasında tekrar yeraltına inmektedir.
ALMAN MAVİLERE GÖRE DERENİN YERALTINA GEÇTİĞİ YER GÜNÜMÜZDE
Dere ile ilgili bahsettiğimiz gibi bildiğimiz 3 isim mevcuttur. Ancak 1453-1481 İstanbul Topografik Haritasında Şaram Paşa Deresi olarak bir isme rastladık ancak nihayete erdiremedik.
Derenin Theodosius Limanı ile bir başka ilişkisi ise şöyledir; Theodosius Limanı, 7. yüzyıl ortalarına doğru Mısır’dan tahıl sevkiyatının sona ermesiyle işlevinin en önemli bölümünü yitirmiş olmasına rağmen, liman olarak kullanılmaya devam edildiği kazılarda ortaya çıkan ve 7-11. yüzyıllar arasına tarihlenen gemi kalıntılarından anlaşılmaktadır. Bu dönemlerde daha çok yakın mesafelerde kullanılan yük gemileri ile balıkçı teknelerinin barındığı bir liman olarak kullanılmıştır. Lykos (Bayrampaşa) Deresi’nin sürekli mil taşıyarak önünü doldurması neticesinde 12. yüzyıldan sonra terk edilmiş ve bu tarihten itibaren çevreden çıkan molozun döküm yeri olmuştur. 16. yüzyılın ortalarında şehri ziyaret eden Petrus Gyllius limanın dolmasıyla ilgili şunları söyler: “Liman doldurulmuş, geniş bostanlara yeşillik ekilmiş, çok az sayıda da arbor (ağaç) dikilmiştir”.
1929 MAMBOURY HARİTASI
RESSAM WİLLİAM PURSER’IN XVIII. YÜZYILDA YAPTIĞI LYKOS DERESİNİ GÖSTEREN TABLO
1946 UYDU GÖRÜNTÜSÜNDE DERE YOLU NET BİR ŞEKİLDE GÖZÜKMEKTEDİR.
Dip Not: Görsellerimizde isim yazmayı pek tercih etmezdik ama Birgün Gazetesi ve Onedio siteleri bazı görsellerimizi izinsiz almakta bir sakınca görmemiş, kaynak verme zahmetinde bile bulunmamışlar. Kaç defa yazmamıza rağmen bir cevap alamadık. O yüzden artık böyle bir yol seçmek zorunda kaldık. Tezlerinde ve ödevlerinde kullanmak isteyen öğrenci arkadaşlarımız mail yoluyla ulaşırlarsa baskısız hallerini ulaştırırız.
Algan, O., Yalçın, M., Özdoğan, M., Yılmaz, Y., Sarı, E., Kırcı-Elmas, E.,. . . Meriç, E. (2011). Yenikapı-İstanbul antik limanındaki holosen kıyı değişimi ve kültürel tarih üzerindeki etkisi. Kuaterner Araştırmaları, 76 (1), 30-45. doi: 10.1016 / j.yqres.2011.04.002
Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değişim Süreçleri – Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay – İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü (Doğu Akdeniz Oşinografi ve Limnoloji Araştırmaları Merkezi) 34469 Avcılar, İstanbul (E-posta: akcer@itu.edu.tr)
. . Bu hain adamların işlediği fiilleri nasıl anlatmaya başlayacağım! Ne yazık ki, hayran olması gereken görüntüler ayak altında sıkıştı! Ne yazık ki, kutsal şehitlerin kalıntıları kirli yerlere atıldı! Sonra bir kişinin duyacağı şey, yani Mesih’in ilahi bedeni ve kanı yere döküldü veya atıldı. Kıymetli rölyefleri kaptılar, içerdikleri süsleri koynuna soktular ve tavalar ve bardaklar için kırık kalıntıları..
Büyük Kilise’nin ihlali de (Aya Sofya) eşitlikle dinlenemez. Çünkü her türlü değerli malzemeden oluşan ve tüm dünya tarafından beğenilen kutsal sunak, çok büyük ve sonsuz ihtişamın diğer kutsal serveti gibi, parçalara ayrıldı ve askerler arasında dağıtıldı.
Kimsenin kederde payı yoktu. Sokaklarda, tapınaklarda, şikayetlerde, ağlama, ağlama, keder, erkeklerin inleyişi, kadınların çığlıkları, yaralar, tecavüz, esaret, en yakın olanların ayrılması. Soylular, gözyaşları içinde saygıdeğer yaşlılarda, yoksular, zengin olanlar, aşağılayıcı bir şekilde dolaştılar.
Eşsiz sanat ve zarafet ve nadir malzeme kutsal vazolar ve eşyaları ve mahkeme ve ambo ekranını çevreleyen altınla dövülmüş ince gümüş, takdire şayan işçiliğin ve kapının ve diğer birçok süslemenin ganimet, katırlar ve eyerlenmiş atlar ile tapınağın kutsal alanına götürüldü.
Konstantinopolis’te 1100 ve 1150 yılları arası yazıldığı tahmin edilen bu İncil 327 sayfadan oluşmaktadır. Parşömen kağıda renkli çizimler mevcuttur. Kaplaması ise Ortaçağ ciltleme tekniği kullanılarak yapılmıştır. Kapağında metal bir haç monte edilmiş nadide bir Bizans Dönemi İncil’idir.